Oda, küçük. Duvarları beyaza boyanmış. Birkaç tablo süslüyor o beyaz duvarları. Dolap kapakları gri. Odanın tam ortasına yerleştirilmiş koltuk ve ona bağlı diğer alet edevatın konsolu beyaz. Üçüncü göz tarafından bakılsa, o koltukta oturan için büyük ferahlık hissi veriyor olmalı, etrafın aydınlığı.
Oysa bir de bilfiil o koltukta oturana sormak lazım ne hissettiğini….
Oldum olası sevemedim dişçi koltuğunu. İstediği kadar aydınlık olsun etraf, kapkara bir küpün içine girmişim gibi hissederim. Gözlerimin üzerinden ağzımın içine doğru balıklama bir atlayış yapmaya hazırlanan, lastikleri kulaklarından geçirilmiş beyaz maskesi ve elinde Dr.Hook kancasıyla diş hekimi adeta zımbalar beni o koltuğa. Aslında hekimin şahsı değil elbette zımba görevi gören. Elinde tuttuğu çeşitli büyüklüklerdeki kancalar ve otururken benden yalnızca 50-60 cm uzaklıkta duran o sevimli aletler üstlenmiştir zımbalama işini.
Ayaklarım hep geri geri gider muayenehane yolu gözüktüğünde bana. Ve hatta, o meşhur dişçi koltuğuna doğru yürüdükçe, biraz sonra boynundan ip geçirilip sallandırılacak mahkum gibi hissederim kendimi. Hayata karşı en savunmasız, en zayıf olduğum anlardan biridir orada oturduğum anlar. Acı eşiğimin düşüklüğü de eklendiğinde bütün bunlara, ağzından emziği düşmüş bebelere dönebilirim her an.
Kimileri ile kıyaslandığında pazarlık konusunda başarılı olduğum söylenemez. Pazar tezgahlarında pazarlık yapmaya kalktığımda satıcı daha baskın çıkarsa eğer hemen yelkenleri suya indiririm. O yüzden mantıklı geliyorsa fiyat, hiç pazarlık işine kalkışmam.
Ancak, o bembeyaz diş dünyasının içinde, yumuşacık ellere teslim olmuş olsam da, o sessiz, çelik canavarların sesini duyduğumda bütün pazarlık yeteneğimi sergilemeye hazır hissederim kendimi.
“1 dakika, ah!, sinire denk geldi galiba, ay biraz ara, n’ooluurr !??…..”
Ne kadar taş varsa doktorun çalışmasını engelleyecek, hepsini tek tek dizerim önüne. Ama zafer bayrağını ben değil, doktorum çeker göndere sonunda. Ben yenilmişliğin ötesinde, yediğim narkoz iğnelerin ağırlığı ile ayrılırken oradan, kapıdan uğurlayan doktor ise zaferin verdiği sarhoşlukla adeta elini sallar bana.
Bütün bunları niye anlattım? Zamansız ve hesapsız düşen dolgu yüzünden… Beni cebren ve hileyle o koltukta oturmaya mecbur ettiği için… Düşmemesi için elimden gelen gayreti göstermeme rağmen beni dinlemeyip ortalıktan yok olduğu için…
Meşhur koltukla buluşmamız bu defa çok sancılı olmadı neyse ki. Kapıdan uğurlayan taraf da, uğurlanan taraf da memnun ayrıldı birbirinden. Ama ne var ki, yaş ilerledikçe, bedendeki gelişmeler artık hep olumsuz yönde. İstesem de istemesem de gençken hayatla yaptığımı sandığım pazarlık artık hükmünü yitiriyor zaman geçtikçe. Sanırım ve ne yazık ki bundan sonra bu küçük oda daha çok ziyaret edilecek gibi…
Oysa bir de bilfiil o koltukta oturana sormak lazım ne hissettiğini….
Oldum olası sevemedim dişçi koltuğunu. İstediği kadar aydınlık olsun etraf, kapkara bir küpün içine girmişim gibi hissederim. Gözlerimin üzerinden ağzımın içine doğru balıklama bir atlayış yapmaya hazırlanan, lastikleri kulaklarından geçirilmiş beyaz maskesi ve elinde Dr.Hook kancasıyla diş hekimi adeta zımbalar beni o koltuğa. Aslında hekimin şahsı değil elbette zımba görevi gören. Elinde tuttuğu çeşitli büyüklüklerdeki kancalar ve otururken benden yalnızca 50-60 cm uzaklıkta duran o sevimli aletler üstlenmiştir zımbalama işini.
Ayaklarım hep geri geri gider muayenehane yolu gözüktüğünde bana. Ve hatta, o meşhur dişçi koltuğuna doğru yürüdükçe, biraz sonra boynundan ip geçirilip sallandırılacak mahkum gibi hissederim kendimi. Hayata karşı en savunmasız, en zayıf olduğum anlardan biridir orada oturduğum anlar. Acı eşiğimin düşüklüğü de eklendiğinde bütün bunlara, ağzından emziği düşmüş bebelere dönebilirim her an.
Kimileri ile kıyaslandığında pazarlık konusunda başarılı olduğum söylenemez. Pazar tezgahlarında pazarlık yapmaya kalktığımda satıcı daha baskın çıkarsa eğer hemen yelkenleri suya indiririm. O yüzden mantıklı geliyorsa fiyat, hiç pazarlık işine kalkışmam.
Ancak, o bembeyaz diş dünyasının içinde, yumuşacık ellere teslim olmuş olsam da, o sessiz, çelik canavarların sesini duyduğumda bütün pazarlık yeteneğimi sergilemeye hazır hissederim kendimi.
“1 dakika, ah!, sinire denk geldi galiba, ay biraz ara, n’ooluurr !??…..”
Ne kadar taş varsa doktorun çalışmasını engelleyecek, hepsini tek tek dizerim önüne. Ama zafer bayrağını ben değil, doktorum çeker göndere sonunda. Ben yenilmişliğin ötesinde, yediğim narkoz iğnelerin ağırlığı ile ayrılırken oradan, kapıdan uğurlayan doktor ise zaferin verdiği sarhoşlukla adeta elini sallar bana.
Bütün bunları niye anlattım? Zamansız ve hesapsız düşen dolgu yüzünden… Beni cebren ve hileyle o koltukta oturmaya mecbur ettiği için… Düşmemesi için elimden gelen gayreti göstermeme rağmen beni dinlemeyip ortalıktan yok olduğu için…
Meşhur koltukla buluşmamız bu defa çok sancılı olmadı neyse ki. Kapıdan uğurlayan taraf da, uğurlanan taraf da memnun ayrıldı birbirinden. Ama ne var ki, yaş ilerledikçe, bedendeki gelişmeler artık hep olumsuz yönde. İstesem de istemesem de gençken hayatla yaptığımı sandığım pazarlık artık hükmünü yitiriyor zaman geçtikçe. Sanırım ve ne yazık ki bundan sonra bu küçük oda daha çok ziyaret edilecek gibi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder