24 Mart 2008 Pazartesi


Salonun farklı köşelerine, aromatik mumlar yakılıp konuşlandırılmış. Loş bir ortam. Fonda, beyin kanallarını rahatlatacak tarzda bir müzik.

Yaratılan bu atmosfer, orada bulunan kişilerin gevşemesi için ayarlanmış tamamen. O kişiler ki, 3-5 cm. kalınlığında, hafif şiltelerin üzerinde, ayakları iki yana, elleri iki yana uzanmış, gözleri kapalı olan bizleriz.

Ayak parmak uçlarımızdan saç tellerimize kadar başlıyor saymaya eğitmenimiz. O yolun üzerinde ne kadar kas varsa bize hatırlatarak ilerliyor. Tek tek… Yavaş yavaş… Mumların sıcak ama solgun ışığında…

“Gevşeyin” diyor bastıra bastıra. Yapıyoruz veya yaptığımızı sanıyoruz. Diğerlerini bilebilmem mümkün değil belki ama kendimi hafiflemiş hissediyorum.

O kadar ki, kendimi bir balonun içinde görüyorum. Başımın üzerinde de bir mor ışık yanıyor. Eğitmenin seansı bitirip “dilediğiniz zaman kalkabilirsiniz” demesine kadar o balonun içinde oturuyorum. Ve dahi ayıp olmasa daha da o balonda kalmaya niyetliyim. Olmuyor tabii.

Annemin tenis konusunda birkaç yaptırımı dışında zamanın aerobik kraliçesi Raquel Welch’i tanıyana kadar sporla aram pek yoktu. Sayesinde aerobik salonlarını doldurma konusunda birkaç teşebbüsüm olmuştu. Ne var ki, yüzüm kıpkırmızı, dilim bir karış dışarıda salonu terk edişlerim yeni başlamış spor hayatıma son noktayı koydu. Gençliğin o avareliğini terk ettiğimiz, dirseklerimizi patron için çürütmeye başladığımız yıllara dek.

Yaşamın getirdiği sıkıntılardan arınmak için bir yol seçmiştim ve yoga derslerine katılmaya başlamıştım. Yukarıda bahsettiğim balona da o derslerin birinde girivermiştim işte. “Mor” rengi çok önemliydi, hoca için. Herkesin görmediği bir renk gibisinden bahsettiğini hatırlıyorum şimdilerde. “Nirvana’ya eriyorum galiba” diye düşündüğümü de…. Merak edip de bir bilene sorma girişimim olmamıştı.

Ufak bir araştırma ile “mor” renginin duygusallığı ifade ettiğini öğrendim sonra. Burcumun üzerime yapıştırdığı “realist” etiketi ile dolaşmıştım oysa bunca yıl, bu duygusallık da nereden çıkmıştı şimdi. Kendime itiraf etmeliydim ki, aslında realistliğin altında gizlediğim duygusallığımı seviyordum.

Artık gizlemiyorum zaten. O duygusal yanım sayesinde bugün yazılarımı yazıyor, işi kitap hazırlamaya kadar vardırıyorum belki de. Yine de bir yandan realist tarafımı boşlamıyor olsam da duygusal yönüm son günlerde yaşadıklarımla daha baskın hale geldi diyebilirim.

Bir televizyon kanalında, tarih geçmişi gösteriyor. Despot bir diktatör var sahnede. İnsanlara yapılan eziyet etkiliyor beni. Ağlıyorum…

Bir diğer kanalda, yıllar, bir önceki kanala göre daha yakın tarihi gösteriyor.
Türkiye’nin siyasi geçmişi ile ilgili yaşanmışlıklar sahneleniyor bu kez. Henüz, 3-4 yaşlarımda olduğum senelerde, siyasi partilerin, oyunu kendi kurallarına göre oynamaları içimi acıtıyor. Yine insanlara yapılan eziyet etkiliyor beni. Ağlıyorum...

Ve tarih bugünü gösteriyor takvimlerde. Bakıyorum senaryo aynı. Herkes oyunu yine kendine göre oynamayı tercih ediyor. Bu defa geçmişte uygulanan eziyetler yok belki ama endişe kaplamış içimi. Henüz ağlamıyorum. Ve ileriki günlerde ağlamak da istemiyorum.


Yazıyı yazmaya başladığımdan beri her klavyeye basışımla ekrana yansıyan karakterlerin rengi “mavi”. Özel olarak bir ayar yapmış değilim oysa. Kendiliğinden çıkıverdiler ve ben yazının sonuna gelince fark ediyorum.

Hemen araştırıyorum….

“Mavi, “üzüntüyü, sıkıntıyı, yalnızlığı” anlatır yazıyor bir internet sayfasında….

Hiç yorum yok:

Subscribe to me on FriendFeed XING